14 Ocak 2017 Cumartesi

SÖZ VERDİK BİZ!!! :)

Herkese koskocamaan musmutlu bir merhaba:)
Yeni yıla her ne kadar kötü haberlerle girmiş olsak da hayata bir yerinden tutunup devam ediyoruz ve bu yılın benim için ilk güzel olayını yeni yılın ilk Cumartesi akşamı sevdiklerimle birlikte yaşadım. 
Söz merasimimizi büyük bir heyecanla ve keyifle gerçekleştirdik.
 Havanın büyük muhalefeti olsa da sevdiklerimiz tüm zorluklara rağmen bizi yalnız bırakmadılar bir kez de buradan teşekkür ediyorum hepsine teker teker. 
Gelelim tüm detaylara:)
Aylar öncesinden detaylar kraliçesi annemle kafamızda bir sürü fikirle bugünü planladık. 
Elbise, pasta, mekan, hediyelik, menü, davetliler her şeyi ince ince planladık. Biz söz merasimimizi bir mekanda yapmayı tercih ettik, başta biraz çekincelerimiz olsa da gecenin sonunda herkesin mutlu ayrıldığını görünce doğru seçim yaptığımızı anladık. 
Söz için OR-AN'daki Hotel Monec'i seçtik. Başta Nurçin Hanım ve Semih bey olmak üzere tüm ekibe çook teşekkür ederiz. Servis, salon, yemekler her şey çok güzeldi. Bizi misafirlerimize karşı hiç mahçup etmediler.
 Hazırlıklar haftalar öncesinden başladı aslında:)
Ben boş vakitlerimde pinterestten sürekli masa düzenlerine, instagramdan damat kahvesi için fincanlara bakar durumdaydım.
 Kendi tarzıma en uygun masa düzenini pinterestten buldum. 
Benim için eskiler, eskiye dair eşyalar daha doğrusu anısı olan her şey çok önemli olduğu için vintage bir konsept düşündük.
 İlham kaynağım ise;

bu fotoğraf oldu:)
Buradan yola çıkarak masayı kendi anılarımla bezedim. Açıkcası biriktirmeyi çok seven bir insan olduğum için hiç zorlanmadım:)
Zorlandığımız tek konu anneannemden kalan Singer dikiş makinesini mekana götürmekti:) Desteklerini esirgemeyen Emisi, Anıl ve Can'a çook teşekkürler, bıktırdım onları:)
Ama ne yapalım hedefe giden yolda çekilen çile kutsaldır:)
Anneannemin inci kolyesi, Çerkes kızı olmanın nişanı mızıkamız, dantel örtümüz,eski fotoğraflar ile kendime uyarladığım aklımdaki resim, çiçekleri de ekleyince hayalimdekinden de güzel oldu ve çok içime sindi. 
Bu arada çiçekler için de günler öncesinden Tunalı Kelebek Çicekçiliğe gittiğimde seçtiğim pastel  renklerdeki çiçeklere,  minik sukulentleri de ekleyip gönderen Can Bey'e de çok teşekkür ediyorum:)
Makineyi, yine evden getirdiğim bir kilimin üzerine yerleştirip, arkadaki perdeye ise annemin günler öncesinden isimlerimizin baş harflerini ve gecenin tarihini işlediği etaminleri de minik mandallarla iliştirdikten sonra ortaya çıkan görüntü bizi çok heyecanlandırdı:)



Salonun hazırlığından haftalar önce kendimi hazırlamaya başlamıştım:)
Hiçbir işi son dakikaya bırakmayı sevmediğim için o gün giyeceğim elbisem de tabii ki kafamda hazırdı. Yine pinterest sağolsun, tam tarzıma uygun elbisenin görselini buldum ve diktirmeye karar verdim. Dikimini çok beğendiğim Asuman ablacığımın marifetli ellerinden tam istediğim gibi bir elbise çıktı ve yapılacaklar listesinden bir madde daha hakkıyla yerine getirildi:)




         Her ne kadar son dakikaya kalmasın istesem de, bir panik hali yaşadım:)  Burayı okumayacaklarını bilsem de saçım için Panora Paris Kuaför Oğuz Bey'e ve Mac'ten Miray Hanım'a tüm stresimi ve paniğimi hoşgörüyle karşıladıkları için çook teşekkür ederim:)

Tekrar merasime dönecek olursak misafirler salona gelirken heyecan yoktu, Emirler geldiğinde de çok heyecan yoktu. 
Ne zaman ki büyük amcamız sözü alıp isimlerimizi söyledi beni bir ateş bastı:) Sonrasını çok net hatırlamıyorum, yüzükleri takmamız, kahveleri servis etmem parça parça flu hala:)
İnsan böyle özel günlerinde her ne kadar her anı hatırlamak istese de beceremiyor galiba. Ben pek beceremedim yani hala açık noktalar var:)
 Yüzükler demişken, ben özel bir nişan tepsisi arayışına girmedim. Konsepte uygun olarak yine antika değeri olan bir şekerliği vizon kurdelerler ile süsleyerek kullandık. 


Kahve servisine başlayıp damat kahvesini hazırlamaya sıra gelince sevgili kızlar Emir'e spesiyal bir tat yarattılar, engel olamadım:) 
 Detaylar düşünülürken kuşkusuz ki en büyük önem damat kahvesi için fincan seçmeye verildi. Günlerce annemle birbirimize fotoğraflar gönderip, nasıl bir fincan seçeceğimizi konuştuk. Farklı, ona özel, şık bir şey olmalıydı. Özellikle koyu renk bir şey arayışındaydım. Birkaç fincan almış olsam da tam içime sineni bulamamıştım.
 Tek renk siyah kahve fincanı bulmanın ne kadar zor olduğunu bilemezsiniz:) Annem imdadıma yine yetişti ve tam istediğim gibi bir tane buldu. 
Fincanın hem Emir'e özel hem de çok sade ve şık olmasını istiyordum. Bu yüzden sade bir fincana sadece ismini yazdırmaya karar verdim. Bunun için ise Kızılay Limon Bazardan Erkan Bey imdadımıza yetişti ve fincanı istediğim hale getirdi:)


Kahve servisi de bittikten sonra misafirlerimize menüdeki ikramlıklar servis edildi ve sonra beni en çok heyecanlandıran hazırlığım,pastamızı kesmeye sıra geldi:)
Heyecanlandırdı çünkü sanırım bu geceye dair en çok uğraştığım şeylerden biri pastaydı.
 Epey bir yer ile görüştükten sonra Ekşi Maya'nın sahibi Ecem Hanım ile görüşünce aklımda hiç şüphe kalmadı ve kararımı verdim.
 İstediğim şeye nokta atışı yaparak tam istediğim pastayı hazırlayan Ecem Hanım'a ve Ekşi Maya'ya koskcaman bir teşekkür ediyorum.
 Bize tadım imkanı da sunan Ecem Hanım ile görüşmemizden sonra hem şık, hem hafif hem de lezzetli olması için çikolatı kek içine limon aromalı bademli bir pasta tasarladık. Naked cake olmasını istediğim için üzerine konsept ile uyumlu çiçekler istiyordum ki burada da Ecem Hanım benim yerime harika zevkli seçimler yaptı ve ben her ne kadar tadına
 bile bakamamış olsam da o gün için bir hayalimi daha gerçekleştirdim:)


Siz de özel günleriniz için hem şık hem de lezzetli bir pasta isterseniz Ekşi Maya hayalinizdekinden ötesini gerçekleştiriyor, haberiniz olsun:)
Evet o gece heyecandan ve koşturmacadan dolayı pastadan hiç yiyemedim ama sağlık olsun, misafirlerimizin beğenmesinin verdiği mutluluk bana yetti:)
Pastayı servis ederken bana da sürpriz olan bir detay ise canım annemin gönlünden kopmuş.
 O geceden hatıra olarak isimlerimizin ve tarihimizin yazdığı peçeteler yaptırmış, çok güzel bir jest oldu bize, ona da çoook teşekkür ediyorum ve böyle bir annem olduğu için her an çok şanslı hissediyorum kendimi:)


Bence çok maliyeti olmayan ama sunumlarınızda çok hoş bir detay olarak siz de kullanabilirsiniz bu peçete fikrini.
İnternete yazdığınızda yaptırabileceğiniz birçok seçenek çıkıyor karşınıza. 

Pastamızı kesip, tüm sevdiklerimizle fotoğraf çektirdikten sonra o geceyi hatırlamaları için, bizden bir hatıra olarak öncesinde yaptırdığımız hediyeliklerimizi de dağıttık. 
Ben hediye de olsa hep işlevsel olmasına dikkat ettim. Kullandıkça bizi hatırlamaları için kullanabilecekleri bir şey olmalıydı sonuçta:) Bu yüzden benim de günlük hayatta çok kullandığım bez çantayı özellikle hanımların muhakkak bir yerlerde kullanabileceklerini  düşündüm. Özellikle isim yazmadım ki daha rahat kullanılabilsin, sadece bizi hatırlatması için gecenin tarihini yazdırdık. 
Siz de Bursa kumaş pazarından amerikan bezi alıp, bir matbaa da istediğiniz baskıyı yaptırablirsiniz. Toplu olarak yapan yerler var fakat biz kumaşlarını fazla ince bulduğumuz için kendimiz diktirmeyi tercih ettik. 

İşte bu kadar detaylar ve hazırlıklar sonucunda gecemizi istediğim gibi bitirdik. 
Tabii ki bunlar tüketim odaklı, materyalist yanıydı gecenin. 
Olmasaydı da pek tabii olurdu ama ben içimde kalsın istemedim, elimden geldiğince
 imkanlar müsade ettiği sürece gerçekleştirdim aklımdakileri. 
Ama şu bir gerçek ki o gece sevdiklerim yanımızda olmasaydı bunların hiçbirinin anlamı olmayacaktı. O kahveleri birlikte içtiğimiz, o pastayı birlikte tattığımız, birlikte onlarca kare fotoğraf çektirdiğimiz büyük ailemiz olmasaydı hiçbirinin varlığı keyif vermeyecekti. 
Çok şükür ki; hep bir aradaydık ve o gece en güzel anılarımız arasındaki yerini aldı. 
O yüzden yazımın en büyük teşekkürü 7 ocak akşamı bizi yalnız bırakmayan ailelerimize, arkadaşlarımıza,sevdiklerimize... 
İyi ki varsınız, iyi ki bizimlesiniz...


Ve benim bir teşekkürüm daha var ki en özeli.
Hayatımın geri kalanı için attığım adımda yanımda olan, elimi hep sımsıkı tutan, canımın diğer yarısı Emisi'ye en özel teşekkürüm hep yanımda olduğu için. 

Bu da böyleydi işte, sözümüzü verdik. Sizlere gereksiz detaylarda boğulmuş gibi gelebilirim, öyle düşünürseniz de canınız sağolsun ama ben hazırlarken çok keyif aldım. Bence o keyif, beğenildiğini görmek her şeye değerdi. 
Sizin daha güzel günler yaşamanzı dileğiyle...
Sevgiyle kalın.
Busi

28 Aralık 2016 Çarşamba

2016' YI UĞURLARKEN



Yeni yıl herkes için yeni umutlar, yeni hayaller, planlar demek.
 Her sene biterken bir diğeri için iyi temennilerde bulunup, hayaller kuruyoruz. 
2016'ya da böyle girmiştik ama fark ettim ki herkesin ortak fikri 2016'nın pek de iyi bir yıl olarak geçmediği...
İnkar edilemez ki; 2016 ülkemiz için felaketlerle dolu bir yıldı gerçekten. 
Yaşananlar, her gün aldığımız ölüm haberleri, patlayan bombalar, hatta çoğumuzun hayatında hiç yaşamadığı (Allah bir daha da asla yaşatmasın.) bir darbe girişimi ve daha nice felaketi sadece 365 güne nasıl sığdırdık şaşıyorum. 
Maalesef ki hayat bizim için bu sene çok zordu. Ama tüm bunların içinde bir kez daha söylüyorum; "Biz kendi sınırlarımız içerisinde yaratabildiğimiz mutluluklar kadarız."
 Hayat böyle bir şey zaten öğreniyorum; bir haberle yüreğini burkarken başka bir gelişmeyle yüzünü güldürüyor. 
Biz de böylece yaşamaya devam ediyoruz... 
2016 hepimizden bir şeyler aldı götürdü, yalan yok. 
Ama elbet getirdikleri, kazandırdıkları da oldu. 
Kendim adına; bu yıl hayatıma yeni bir adım attım, yeni hayatıma bebek adımları ile yürümeye başladım.
Şükretmeyi öğrendim ki bence bu yılın bana kattığı en önemli şeydi. 
Büyüdüm bu yıl bence.
 İnsanları yargılamamayı, bir şeyleri zamana bırakmayı, tevekkülü öğrendim bu yıl en önemlisi. 
Mutlu olmanın sevdiklerinin yanında olması olduğunu öğrendim.

Geçen sene yazmışım buraya aldığım kararları, ne mutlu ki çoğunu başarabilmişim.
İstediğim kitapların hepsini olmasa da çoğunu okumuşum, 
kendimi yargılamayı bırakmışım ve daha bir çoğunu başarmışım, mutlu oldum:)
Ve evet bir kedim var, Çiklet:) hatta bir de minik bir köpüş misafirim var şu anda, Buffy:)
2016 bana çok şey öğretti.
 İş hayatının zorluklarını, başarmanın hazzını, 
sevginin önemini, biriyle ortak bir hayat kurmanın güzelliğini, 
bir kedinin insana verdiği huzuru ve daha birçoğunu. 
Gelin 2016'yı lanetlemeyi bırakıp, ondan alacaklarımızı alıp, salıverelim onu ve yepyeni, umut dolu yeni bir yıla kucak açalım. 
Güzelliklere bakıp, güzellikleri düşünüp, güzellikleri dileyelim. evrene iyi mesajlar gönderelim. 
Mesela diyelim ki; 
Artık insanlar ölmesin!
Sokakta korkarak yürümeyelim!
Kadınlara kıyafetleri için dayak yemeleri reva görülmesin!
Çocuklar üşümesin, hiçbir çocuk yatağa aç girmesin!
Hiçbir çocuk annesiz babasız büyümesin!
Sevenler kavuşsun!
Hayvanlar hor görülmesin, şiddet görmesin!
Gülmekten utanmayalım!
Mutluluk bulaştıralım birbirimize, öfke gözümüzü kör etmesin!

Diyelim ki; hayat her şeye rağmen güzel, eğer her sabah uyanıyorsak vardır elbet bir sebebi, hakkını vererek yaşamak lazım!

Hakkını verelim yeni yılın! umutla karşılayalım, sevgiyle karşılayalım ki bize umut dolu, sevgi dolu günler getirsin 2017!

Sevgiyle kalın!
Busi

4 Aralık 2016 Pazar

GELDİM.

Uzunca bir aradan sonra tekrar merhaba.
Böyle uzun aralardan sonra bilgisayarın başına oturup başlamak zor oluyor aslında.
Bıraktığın yerde bulamıyorsun birçok şeyi. Ama ben de zaten en son bıraktığım yerden epey uzaktayım. Hangimiz aynı kalıyoruz ki gerçi. 
Neyse bu felsefi girizgahtan sonra daha fani mevzulara dönelim. 
En son minimalizim ile ilgili bir yazı dizisi yazmak istediğimden bahsetmiştim; vazgeçmedim, yazıların devamı gelecek. 
Ama bu aradan sonra spesifik bir yazı ile değil de daha hayatıma dair, gündelik bir içerikle devam etmek istedim.
Geçen bu süre içerisinde hayatımda çok güzel gelişmeler oldu. 
EVLİLİK TEKLİFİ ALDIM:)
Uzun bir süredir beklememe rağmen acayip sürpriz ve heyecan dolu bir an yaşattı Emir bana. Sağ olsun, ömr-ü billah unutamayacağım bir teklifti. 
Artık tek taşlılar kervanına ben de katılmış bulunmaktayım.
Dünyaya evlilik hazırlığı yapan tipik bir Türk kızı gibi bakıyorum tabii ki. 
Bunun ne demek olduğunu yaşamayan bilemez. 
Artık boş zamanlarım, nişan elbisesi, hediyelik, pasta, düğün yeri bakmakla geçiyor. 
Hatta henüz altı aydan fazla bir zaman olmasına rağmen gelinlik, ev ve eşya bile bakıyorum.
 Bir sosyal bilimci olarak kesinlikle Türk kültüründeki bu evlilik meselesinin enine boyuna araştırılıp, gözlemlenip, tüketim kültürü ile ne kadar içli dışlı bir mevzu olduğu, kapitalizme nasıl büyük bir hizmet sağladığı gözler önüne serilmeli diye düşünüyorum:)

Neyse tüm bunların insanın hayatında bir kez yaşayacağı güzellikleri, tatlı heyecanları da içinde barındırdığını aklımın bir köşesinde tutarak geçiyorum bu günlerimi...
Fark ediyorum ki; ne kadar uzun bir ilişkiniz olursa olsun, hayatınızın geri kalanını bir kişiyle geçirme fikri -ki bu kişi aşık olduğunuz kişi- insanı inanılmaz heyecanlandırıyor. 
İlişkimizin yeni bir boyuta geçtiğini fark ediyor, kendimle ve ilişkimle gurur duyuyorum. 
Uzun yıllar geçti, birlikte büyüdük. Okullar bitti, iş hayatı başladı, olgunlaştık, yeni insanlar tanıdık ama birbirimize bakışımız, sevgimiz hiç değişmedi. 
Ne mutlu bize ki geçen zaman bize hep güzellikler kattı. güçlendirdi, yüzümüzü güldürdü... 
Dilerim ki devamı da böyle olsun. 
Geri kalan hayatını benimle geçirmeyi istediği için, her anımda yanımda olduğu için Emisi'ye buradan kocamaaan bir teşekkür gönderiyorum. 
Seviyorum dostlar çook seviyorum. 
Ne mutlu bana ki çekinmeden, korkmadan sevdiğimi söyleyebiliyorum. Yaşıyorum, hissediyorum, capcanlıyım, sağlıklıyım, sevdiklerim yanımda. 
Dünya gittikçe çirkin bir yer olurken, biz kendi dünyalarımızda yarattığımız mutluluklar kadarız... Bunun farkına varmak önemli... Sevdiğim adamın varlığı, sabah kedimin karşımda göbeğini açıp "sev beni" diye mırlayışı, annemin bin bir emekle düğünüme hazırlıklar yapması, en yakın dostumun akşam arayıp 'bugün konuşamadık naptın?' demesi, küçük dünyamın büyük nimetleri aslında, kıymetini bilmek lazım. 
Sandığınız gibi çok iyimser bir insan değilim maalesef, hiçbir zaman olamadım. Hemen düşer modum... Ama bilincimin, algılarımın yerinde olduğu her an kendime bunları hatırlatıyorum. 
Bazen öyle küçük şeyler için modumuzu düşürüyor, yüzümüzü asıyoruz ki... Halbuki ne hakkımız var! 
Suriye'de bombaların arasında kalmış küçük bir çocuk gülebiliyorsa bu hayata, bizim surat asmaya ne hakkımız var!
Çok berbat şeyler oluyor dünyada. 
Her gün burnumuzun dibinden mide bulandırıcı, yürek yakan haberler duyuyoruz. 
Gözümüzü kapayıp, hayatımıza devam edemeyeceğimiz kadar büyük kötülükler yaşanıyor. 
Nasıl ki görmezden gelemezsek, bunların hüznüne boğulup geçen zamanı da boşa geçiremeyiz. 
Ben ne yapabilirim ki deme!
Bir hayata dokunmak, dünyaya iz bırakmaktır, bilemezsin. 
Sokakta gördüğün mendilci kızı iteleme.
Trafikte arabanın camını silmeye çalışan Suriyeli çocuğa pislik gibi davranma.
Bu ay maaşınla bir çocuğa 'Küçük Prens' hediye et. Okusun, dünyanın yaşadığı kadar kötü olmadığını bilsin..
Sen de bir kitap oku, sana bir şey katacak, içinde yaşadığın dünyayı sana anlatacak bir şeyler oku. 
Hepimizin yapabileceği şeyler var bu dünya için. 
Ne de olsa bu dünyayı biz bu hale getirdik. Bozduğumuz gibi düzeltmek de bize düşüyor.
 Tek başına sen, tek başıma ben yapamayız belki, ama her birimiz küçük dokunuşlarla mucizeler yaratabiliriz. 
Kış geldi, biz cam önünde elimizde kahvelerimiz karın yağışını izleme fantezisi yaparken, küçücük çocuklar soğuktan ölüyor bu ülkede unutmayalım!..
Bir battaniye, giymediğin bir kazağın ne kadar makbule geçeceğini tahmin bile edemezsin. Paylaşmanın sana vereceği huzuru ise tatmadan bilemezsin. 
Minimalizimden bahsederken daha detaylı paylaşacağım düşüncelerimi ama harcamak üzerine kurulu hayatımıza bir dur demenin vakti geldi artık..
Etrafındaki hayatlara bakıp, kendin gibi olmayanlarla iletişim kurmanın, kabuğundan çıkmanın sana hiçbir zararı olmaz, denemeden öğrenemezsin. 
Yazı nasıl buralara geldi, inanın ben de anlamadım. Ama içimden geldi yazdım... 
Yeni bir hayatın temellerini atmaya hazırlandığım günlerde, ciddiyetlerle fazlasıyla meşgulken; benim ciddiyetlerimin, gözümde sorun diye büyüttüklerimin başkalarının hayatlarında hayal bile olamayacağını düşünüyorum. Düşündüklerimi daha iyi anlamanızı sağlaması için bir link bırakıyorum aşağıya. Okuyunca ne demeye çalıştığımı anlayacaksınız. 
Sevgiyle kalın. 
Busi


Bahsettiğim link: http://thegeyik.com/iboyu-bilmesine-degil-kafkayi-bilmesine-sasirdiginiz-muhammetin-hayata-bakisinizi-degistirecek-hikayesi/

30 Ağustos 2016 Salı

HAYATI MİNİMALLEŞTİRMEK


“… İşte içinize kavuştunuz, onu dış yaşantınıza mal ettiniz. Sadaka verdiniz. Sınıflaşma yarasına merhem oldunuz. Güçsüzleri korumadan yasaların işe yaramadığını anladınız. Güzel, şimdi evinize dönün ve kullanmadığınız için kendi kendine çürüyen ama aslında başkalarının ihtiyacı olan eşyalarınıza gözlerinizi dikin. Şimdi milyonları olanlara değil olmayanlara bakıyorsunuz. Gördünüz mü ne kadar zenginsiniz. Bu zenginliği kime mi vereceksiniz? Kimseyi bulamıyor musunuz? O zaman kımıldayın, hareket edin, bana kadar gelin, işte adresler.
 Böyle böyle çoğaltın söyleyeceklerimi. Ve böyle öyle bunları yapmadığınız sürece söyleyin nereye kadar yaşar, nereye varırsınız? Suyu kurumuş bir göl yatağında nereye kadar yürüyebilirsiniz? Kitapları yanıp kömür olmuş bir kitaplıkta yepyeni elbiseleriniz, kravatınız, boyalı ayakkabılarınızla ne işiniz var?”

Bu güzel ve anlamlı satırlar Cahit Zarifoğlu’na ait. ‘Yaşamak’ adlı eserinde kaleme almış bu satırları. Aslında bugün sizlerle paylaşmak istediklerimi anlatmak için başlangıç noktamı bu satırlar belirledi. Anlatmak istediğim o kadar çok şey var ki bu konuda nereden başlayacağımı bilemez bir haldeyken adeta rehber oldu bu satırlar bana.


Son zamanlarda özellikle sosyal medyada karşınıza sıkça çıkan bir kavram oldu; minimalizm… Ben de sık sık görüyor, merak ediyor, izliyor, okuyordum. Gündelik hayata yansıması “hayatı sadeleştirmek” şeklinde olan bir kavram… Gerçekten de sade bir hayatı işaret ediyor, ama her şeyiyle sadelikten bahsediyorum.  Yeme içmenizden, kıyafetlerinize, alışkanlıklarınızdan, çevrenizdeki insanlara, izlediklerinize, okuduklarınıza kadar her şeyden.
Bir araştırma sürecinden sonra uzun süredir ihtiyacım olan şeyin bu olduğuna kadar verdim ve ben de sadeleşmek istedim.  Böyle deyince komik gelebilir ama etkilerini görünce keyif alacağınızı garanti ediyorum.
Peki ben ne yapıyorum, nasıl yaşıyorum. Minimalizmin bendeki yansıması nasıl oldu, oluyor, olacak?
İş stresi, yoğun mesailer, hayatın zorlukları derken insan kendine zaman ayıramıyor, bu da mutsuzluğu beraberinde getiriyor.  Nefessiz kalmış hissediyorsunuz ve yaşam alanınız, kendinize ait zamanınız olmadığını görüyorsunuz. Tüm hayatınız başkaları için bir şeyler yapmakla geçiyor. İyi görünmek için güzel bir gardıroba sahip olmalı, saygı görmek için başarılı olmalı, patronun gözüne girmek için işbitirici olmalı, daha çok çalışmalı  vs. Hepimiz  aslında ne istediğimizi sorgulayamaz hale geldik. Bu da ister istemez kendimizi kanıtlama ihtiyacı doğuruyor bizde.  İşte bu noktada da tüketim kültürü bize renkli dünyasının kapılarını ardına kadar açıyor. Ve show başlıyor…


 SOSYAL MEDYA

Son zamanlarda akşam işten gelip, koltuğa kendimi atıp, kıyafetlerimi bile çıkarmadan telefonu elime alıp önce instagrama, sonra snapchate, sonra facebooka bakıp, sonra snapchati yenileyip yeni snaplarin atıldığını fark edip onları izliyor, sonra instagrama tekrar dönüp sayfayı yenileyince yeni fotoğrafların paylaşıldığını görüyor, zamanımı bu şekilde kısır bir döngü içerisinde geçiriyordum. Akşam dokuzda geliyor, abartısız on ikiye kadar kıyafetlerimi bile çıkarmadan bu şekilde bakınıp, sonra gözlerimdeki yanmaya daha fazla karşı koyamayıp, üstümü değiştirip, yüzümü yıkayıp yatağa kendimi zor atıyordum. Ve sabah yine aynı rutine başlıyordum. Aylardır başucumda duran aynı kitabı hala bitirememiş olmanın rahatsızlığını duymama rağmen telefonumu başucumdaki o kitabın üzerine koyup videoları izliyordum.  Bununla da  kalsa iyi, boş vakitlerimde dışarı çıktığımda arkadaşlarım ve erkek arkadaşımı dekor veya fotoğrafçı olarak kullanmaktan başka bir şey yapmayıp, çağımızın hastalığı “söz konusu yemeğin fotoğrafını instagrama yüklemekse, gerisi teferruattır.”  na kapılıp, yaptığım şeylerden zevk almayı değil onları sergilemeyi önemsemeye başlamıştım.



Bunları okurken “sen de abartmışsın yani ben o kadar bağımlısı değilim.” dediğinizi duyar gibiyim. Ben de  kullanırken bunları yaptığımı kabul etmiyor, bir yanlışlık görmüyordum. Ama sadece bir dakikanızı ayırarak düşünmenizi istiyorum. 
Artık hangimiz paylaşmayacağımız fotoğraflar çekiyoruz? Yani sadece bizde anı olarak kalması için? Ya da hangimiz mekanda utana sıkıla içtiğimiz kahvenin fotoğrafını çekmeye çalışmıyoruz ki? Hangimiz gittiğimiz mekanlardan yer bildirimi yapmayı sevmedik ki? Hangimiz bir kitap bir kahvenin o duruşunun büyüsüne kapılıp, minnoş paylaşımlar yapmadık ki? Ben büyük bir dürüstlükle itiraf ediyorum; bunları yaptım, yaparken de zevk aldım yalan yok. Ama şunu fark ettiğim an (ki epey geç olmuş, harcadığım zamana hala üzülüyorum.) koşarak uzaklaştım oradan. Yaptıklarımın, paylaşımlarımın hiçbiri benim için değilmiş ki! Sadece beyninizin popüler kültür ile el ele verip size oynadığı bir oyunmuş aslında. Şimdi tüketim kültürü falan deyip son dönemlerin klişe ağızlarına gireceğim ama olay tam da bu aslında!
Benim minimalizm maceramın en güçlü ve beni tatmin eden ayağı hiç şüphesiz sosyal medyayı hayatımdan çıkarmamdı. Yakından tanıyanlar iyi bilir özellikle instagram konusunda hastalıklı bir hal almıştım. Çocukluğumdan beri yazmayı, paylaşmayı hep sevdim. Bu düşünceyle de yaptığım paylaşımların çokluğu beni rahatsız etmiyordu. Ne vardı yani instagramımda 600 küsür tane fotoğrafım varsa, tanımadığım 1000 kişiyi takip ediyorsam ne olmuş yani! Ama mevzu o kadar basit değilmiş!  Halbuki işte tam da burada yaptığım gibi yazıyorum ve paylaşıyorum. Kaç kişinin okuduğu, kaç kişini likeladığını umursamadan sadece yazıyorum. Beni mutlu eden buysa ne gerek var o kadar mesaiye...
 Bir akşam erkek arkadaşımla arabada hiçbir şey yok, giderken birden ben kapatıyorum deyip, tüm sosyal medya hesaplarımı kapatmaya karar verdim ve kapattım. Emir’in yüzündeki şaşkınlığı hala hatırlıyorum şimdi bunu böyle çok önemli bir şeymiş gibi anlatıyor olmam size komik gelebilir ama bunun önemini Emir’e sormak lazım, en iyi o anlatır bence. 
O ki ; sosyal medyayla pek arası olmayan, anlarını paylaşmaktan hiç hoşlanmayan biri olarak , beni ne kadar sevdiğini; benim sosyal medya bağımlılığıma gösterdiği sabır ile kanıtladı.
Şaka bir yana telefonlarımızın ekranlarından gördüğümüz hayatlar bizi sanal bir gerçekliğe hapsediyor ve o standartları yakalayamadığımızda mutsuz oluyoruz. Kendi gerçeklerimizle mutlu olmayı unutturdular bize. Çok dramatik oldu ama hakikaten öyle.  Şimdi vereceğim örneği, genç hemcinslerim eminim ki yaşıyordur. Youtube, bence sosyal medyanın en sinsi canavarı oldu. Bedava bir üyelik ile açtıkları kanallar üzerinden aldıkları, giydikleri, yüzlerine sürdükleri şeyleri paylaşan kız arkadaşlar bir süre sonra sponsorluklarla ‘high end’ denilen markalara ulaşıyor ve onları öyle ballandıra ballandıra anlatıyorlar ki; sen de de ‘hemen almalıyım’ algısı oluşuyor. İçlerinde tabii ki severek, içtenlikle yapanlar var. Benim de görüşlerini önemsediğim isimler var. Ama şu bir gerçek ki çok küçük yaşta, kaynaklara ulaşımı sınırlı olan birçok genç kızın özenmesine ve ulaşamadıklarında mutsuz olmalarına sebep oluyorlar.  Faydaları da yok değil tabii benim gibi rimel bile sürmeyi bilmeyen birine makyaj yapmayı öğretmeleri gibi..  
Her şey kararında güzel tabii ki, ben demiyorum ki herkes bağımlı, bu sosyal medyayı doğru düzgün kullanan kimse yok! Ama bağımlı olmak sadece çok paylaşım demek değil, eğer elinizden telefon düşmüyorsa, günde yarım saatten fazla zamanınızı alıyorsa, telefonunuzun şarjı bir günde hatta günde iki kez üç kez bitiyorsa, internet paketiniz dayanmıyorsa bu işte bir yanlışlık var demektir. Hepsini yaşadığım için söylüyorum. Çok paylaşım yapmıyor olmanız  takip etmediğiniz, saatlerinizi harcamadığınız anlamına gelmiyor.  
Ben hayatımdaki en büyük taşı kaldırıp attım, en büyük bağımlılığımdan kurtulduğuma inanıyorum ve gerçekten çok mutluyum. Çünkü tüm anlarım bana kaldı. Her anın tadını çıkarıyorum, fotoğraflarımı anı olsun diye çekiyorum. Tabii ki sosyal medyaya tükaka demiyorum. 21. Yüzyılda, iletişim çağında sosyal medyanın ülkelerin halklarına, toplumlara sunduğu yararı görmezden gelemem kesinlikle. Ama kararında ve yararlı kullanamıyorsan biraz uzak kalmanda fayda var diyorum sadece. Ben kendime karşı dürüst oldum ve “sen bu işi beceremiyorsun Buse, suyunu çıkartıyorsun.” diyebildim. Belki ileride bu konuda olgunlaştığımı hissedersem, yine sosyal medyada var olabilirim tabii ki kararında, olması gerektiği kadar. Ama şu anda yokluğu ile hayatımda açılan boşluk, bambaşka güzelliklerle dolmaya başladı, o yüzden şimdilik hiç öyle bir düşüncem yok. Size de bu konuda naçizane tavsiyem, kendinize dürüst olmanız. Gerçekten hayata bakışınızı, hayatı algılayışınızı etkiliyor mu? Sizin vaktinizi alırken, sahip olmadıklarınızı, sahip olmak zorunda da olmadıklarınızı gözünüze gözünüze sokup sizi mutsuz ediyor mu, ya da efsunlanmış gibi davranmanıza neden oluyor mu? Gerçeklik algınızı sarsıyor mu? Bu sorulara içtenlikle cevap verebilirseniz, benim gibi köktenci bir anlayışla hareket etmeseniz bile bakışınızın değişeceğinden eminim. Hayat anlardan oluşuyor ve o anlar yanınızda kanlı canlı, ellerini tutabildiğiniz, gözlerine bakabildiğiniz sevdiklerinizle paylaşıldığında güzel.
Sosyal medya diyetim ile ilgili anlatabileceğim milyon tane detay var ama bu benim deneyimimdi, bu kadarı ne anlatmak istediğimi anlamanızda yardımcı olmuştur diye düşünüyorum. Bu yüzden kendi deneyimlerinizi yaşamanızı ve sonuçlarını kendiniz görmenizi çok isterim.  
Bu başlık için son olarak “daha az sosyal medya, daha az sanal dünya, daha çok anı, daha çok keyif” diyorum!

Hayatı sadeleştirmek tek bir yazıda anlatılacak bir konu asla değil, buradan bile aslında ne kadar tüketime battığımızı görebiliriz. Yaptıklarımızı anlatmak için bile milyonlarca sözcük tüketmek zorundayız. Bu yüzden kendi sürecimi belli başlıklar altında toplayıp bir yazı dizisi hazırlamaya karar verdim. İlk yazım da, giriş ve sosyal medya kısmıydı ki daha önce belirttiğim gibi sosyal medya benim hayatımda en çok yer kaplayan şeydi, dolayısıyla benim maceramın ana kahramanlarından da biriydi. Bir sonraki yazıda daha tüketime yönelik alışkanlıklarıma minimalizmi nasıl uyguladığımı paylaşacağım. Gardırop ve kıyafetleri sadeleştirmek üzerine deneyimlerimi aktaracağım.
Kendini bir süredir sosyal medya ile var etmiş biri olarak ( ne dediğimin farkındayım, hoş bir şey değil ama gerçek bu, yeni gördüğüm acı gerçeğim ) uzak kaldığım süre bana çok iyi geldi. Artık daha keyifli, daha rahat biri olmaya başladım.
 Size şunu söyleyebilirim;  minimalizmin beni kendine çeken yanı; hayatın tüm ambalajlarından arınmış, arı halini vadediyor olmasıydı.  Bana, nasıl görünürsem insanların beni beğeneceğini değil, benim aslında nasıl olmak istediğimi bulmama yardımcı olmasıydı.
Bir sonraki postta görüşmek üzere, umarım dikkatinizi çeken, sizde farkındalık yaratan bir dizi olur.

Sevgiyle kalın.


Busi

23 Nisan 2016 Cumartesi

Ankara'ya yeni bir tat: Carmelo's

Hayatın hızlı akışında yaptığımız tüm eylemler de hızlanıyor iken gündelik pratiklerimiz de bu hızdan nasibini alıyor. 
Anlık iletilerle hayatımızı geçirirken, hep bir yerlere koşuşturma durumunda kalıyoruz. 
Peki hayatın bu hızlı akışından yemek yeme alışkanlıklarımız nasıl etkileniyor?
 'Good food'dan 'fast food'a ışık hızıyla geçmiş bir toplum olarak eski alışkanlıklarımıza özlemimiz büyüyor. 
Son günlerde yeni nesil, modern tasarımlı ve zengin menülü restoranlar vesilesiyle yemek yemenin eskisi gibi bir rituele dönüşmeye başladığını görmek sevindirici. 
Ankara'da yaşayanların kaderi, hep aynı mekanlarda takılmak zannederdim ki; son dönemlerde açılan, coffee shoplar, yeni nesil restoranlar bu fikrimi hızla değiştirdi. Çok da mutlu etti aynı zamanda.
Bugün de bu mekanların Ankara'daki yeni temsilcisi Carmelo's' dan bahsedeceğim.





"Every 7 Day Eat Well" diyerek yola çıkan Carmelo's bu mekanlar arasında en sevdiklerimden. 
Mekanın tasarımı adımınızı attığınız ilk andan itibaren sizi gerçekten etkiliyor. Abartıdan uzak, şık dekorasyonuyla yemeğinizi yerken, ortamın ambiyansıyla rahatlatıyorsunuz.
Ankara'da çok da alışık olmadığımız bir tarzı olan bu mekan sadece dekorasyonuyla değil asıl menüsüyle beni fethetti. 



  İlk gittiğimizde tok karna gittiğimiz için ne yiyeceğimizi bilememiştik. ve imdadımıza restoranın şefi Onur bey yetişti, sağolsun. Bize tatlı önermesini istediğimizde, tiramisunun gerçek kedi dili bisküviden yapıldığını ve iddialı olduklarını söylediğinde abarttığını düşündüm, yalan yok. Ama bir tiramisu aşığı olarak ba - yıl- dım :)
Emir için önerdiği beyaz çikolata çorbası ise en meşhur tatlılardanmış ve bence efsaneydi. Sunum çook başarılıydı. Kaseyle gelen bir tatlı ve gerçekten çorba kıvamında beyaz çikolata düşünün. Çilekli dondurma ile servis edilen tatlıyı kıskanmamak elimde değildi, gözüm kaldı:) 



Onur beyle sohbetimizde restoranın konseptini, menüsünü, mutfağını epey konuştuk. Özellikle ana yemeklerden 'dana yanağını' ve kahvaltısını denememizi önerdi. 
Bir başka akşam görüşmek üzere ayrıldık ama aklımızı tırmaladı vallahi "o yemekler nasıldır kim bilir?" düşüncesi:)
Ve ilk fırsatta akşam yemeğe gidip dana yanağını denedik. 
Bir gün öncesinden marine edilen ve dinlendirilen dananın yanak etinden yapılan ve kişnişli pilavla ve pancar cipsiyle servis edilen acayip bir lezzet. Sunumdan bahsetmeme zaten gerek yok,sade ve şık, bir harika. 



Ayrıca yemeğin yanında içtiğimiz smoothielerden salatalıklı olanı şiddetle tavsiye ediyorum. 
Carmelo's'un bir başka lezzetinden daha bahsetmeden edemeyeceğim. Mükemmel bitki çaylarına da ayrıca bayıldım. Çeşit çeşit çayları çok hoş içimli. Eğer çok sevip evde yapmak isterseniz de Carmelo's'un içinde yemeklerinde kullandıkları ürünlerin satıldığı minik bir de stantları var. 
Siz de Ankara'da değişiklik arıyorsanız ve yemeği bir zevke dönüştürmeyi sevenlerdenseniz, vakit kaybetmekten gidin;) 

Adres: 
Via Flat Söğütözü/ Çankaya


Güzel bir hafta sonu geçirmeniz dileğiyle, çocukların ölmediği bir ülkede 23 Nisan'ı bayram tadında kutlamak üzere... 
Sevgiyle kalın!

Busi 

Not: yemek görselleri dışındaki görseller alıntıdır.

18 Mart 2016 Cuma

Kadına Koca Bir Bakış, BIG EYES!

 Yazıya nasıl başlayacağımı, ne diyeceğimi bilemedim.
 Son zamanlarda yaşadığımız felaketlerin izleri hala hayatımızdan, ruhumuzdan silinmiş değil.
Uzun bir süre de silinmeyecek!
Korkuyla, endişeyle uyandığımız sabahlarımız, soluk yüzlerimiz, ve fazlaca cansız bedenlerimiz var artık!
Her defasında sözün bittiği yerden daha derine iniyoruz...
Kelimeler uzun zamandır anlamsız bizim için, eylemler konuşuyor.
İletişim bu topraklara hiç uğramamış gibi davranıyoruz.
Korkuyoruz, çok!
Sabah çıktığımız kapıya akşam dönememekten...

İşte bu yüzden her gün son günmüş gibi yaşamak lazımmış, anlıyorum.
Sevdiklerinle olmak, sevdiğin şeyleri yapmak...
Ben de sevdiğim şeyi yapıyorum ve yazıyorum...
Paylaşıyorum.

Yaşadığım her anın, okuduğum her kitabın, izlediğim her filmin bana bir şey öğrettiğine inanıyorum, öyle olmasına özen gösteriyorum.
Bugün de merakla beklediğim, keyifle izlediğim bir filmi paylaşacağım. 

Bir Tim Burton filmi "BIG EYES"...



Türkiye'de ilk gösterimi !F İstanbul'da yapılmış olup, 2015 yılında da sinema salonlarında görebildiğimiz film, 
Tim Burton'dan pek de alışık olmadığımız şekilde fantastik değil. 
Hatta benim yazma sebebim de filmin içindeki sosyal ögeler, toplumdan yansımalar!

Kısaca konusundan bahsetmek gerekirse;
 Yetenekli bir ressam olan Margaret'ın kendi tarzında yaptığı büyük gözlü çocuk resimlerini, kocası kurnaz Walker'ın sahiplenip, Margaret'a başta türlü sebeplerle kabul ettirip, sonraları da baskıyla ikna edip kendi yapmış gibi insanlara tanıtması ve satması anlatılıyor.
Sonrasında Walker'ın stratejisi ile çok para kazanması ve toplumda özgün bir ressam olarak ün yapması, hırsının esiri olması ve Margaret'ın emeğini, kadınlık benliğini koruma mücadelesini izliyoruz.


Her ne kadar film dikkatimi hiç dağıtmadan beni kendine bağladıysa da, kurgusu biraz daha güçlü olsa çok daha keyifli olabilirdi. 
Belki de işin içinde Tim Burton olunca beklentimi çok çok yüksek tuttum.

Fakat kesinlikle oyunculuklara söylenecek söz yok, çok iyiler!
"Margaret Keane" rolünde Amy Adams'ın  Altın Küre almasından belli zaten.

Amy Adams pasif, ezilen bir kadını çok güzel canlandırmış ama bence hikayeye ivme kazandıran kesinlikle Christopher Waltz'ın oyunculuğu olmuş. 
Zira role öyle oturmuş ki; yanımda olsa boğarım hissi veriyor izlerken:)

Neyse gelelim filmin beni yazmaya iten sebebine.
İşlenen konunun alt metninde 1950'lerin ABD'sinde kadına bakışı görmek açısından çok güçlü mesajlar var. 
Kadının adeta başarılı olmaya, sanatını sunmaya hakkı yokmuş gibi bir görüş hakim o yılların Amerika'sında.
 O kadar ki kadın sanatçı neredeyse yok, daha doğrusu isimleri zikredilmiyor,duyulmuyor.
Kadın ressamların eserlerini satamaması sebebiyle kadını eve hapseden, erkeğin dış dünyayla ilişkide olduğu bir dünyanın fotoğrafı çekilmiş.
 Kadına, erkeğe güvenmekten ve emeğini emanet etmekten başka çare bırakmayan bir düzen anlatılıyor. 
Sonuç ise; tabii ki erkeğin kadını sömürüsü ile sonuçlanıyor.




Belki de beklediğim bu fikrin altının daha net çizilmesiydi. Ama kesinlikle izlemenizi tavsiye edebileceğim bir film Big Eyes.


Gerçek bir hikayeden uyarlanmış olsa da Tim Burton izleri hissedilen filmde, fantastik ögeler kurguya çok güzel dahil edilmiş.
 İzlediğim filmlerde gerçek dışı etkileri sevmeyen biri olarak çok kıvamında ve başarılı bulduğumu söylemeden geçemeyeceğim. 


Son olarak Lana Del Ray'in de filme özel olarak iki şarkı hazırladığını, filmde sesini duyduğunuz anda dikkatinizi çekeceğini de belirteyim.

Daha fazla uzatmadan bu aralar arka arkaya yaşanan terör facialarının etkisinden biraz olsun çıkmak, dikkatinizi bir şeylere vererek kafanızı dağıtmak isterseniz bir bakın derim. 

Daha güzel günleri görebilmek dileğiyle...

Busi





2 Mart 2016 Çarşamba

Dört Yılda Bir Gibisin

 
Baharın müjdeleyicisi ilk günleri yaşarken, yılın en kısa ayını da taze bitirdik.
Ben de bugün ilkini Ocak ayında yazdığım aylık yazılarımın ikincisini yazayım, Şubat nasıl geçti paylaşayım istedim.
 
Bu ayın en aklımda kalan anları kuşkusuz ki Ilgaz'da geçirdiğimiz hafta sonuna ait.
Can dostlarım ve en sevdiğimle geçirdiğimiz harika bir hafta sonu oldu.
Başlangıçta epey zorlu olsa da tatilin son günü bayağı kaymayı başarmış olmanın da mutluluğuyla epey gaza geldim, tadı damağımda kaldı:)
(Bahar geldiğine göre, bu burada dursun özledikçe bakarız☺️)

Ilgaz'ın harika havası, beyazın en güzel haliyle manzarası, 90'lardan kalma otelimiz dahil her şey çok keyifliydi.
Yoğun tempomuza çok güzel bir mola oldu.
Tabii her güzel şeyin sonu olduğu gibi kısa tatilin sonunda Ankara'ya dönüp kaldığımız yerden devam ettik.
Sonrası benim için dersler ve iş arasında gitti geldi.
Şubatın sonuna doğru ise uzun ve dolu dolu bir ömrün hayata vedasını yaşadık...
ve bir kez daha öğrendim ki; insan biriktirmek en önemlisi şu hayatta...
Gerisi hakikaten boş, tamam hedeflerimiz, planlarımız ve beklentilerimiz her daim olmalı.
Bizi hayata tutmak, yaşadığımız anları anlamlı kılmak için.
Ama ömrün sonuna geldiğinizde arkanızdan güzel anılarla, güzelliklerle anılmak, 
hayatlarına girdiğiniz insanlarda güzel izler bırakabilmek çok ama çok değerli..
Tekrar gördüm...
 
Şubat Ayı'nda yine bir yazarla tanıştım ve yine şimdiye kadar tanımamış olmama üzüldüm:
Haruki Murakami...
Son dönemlerde ismi, kitapları çok popüler olsa da önyargılı davranmamanızı ve Murakami'ye yaklaşmanızı şiddetle tavsiye ederim.
Ben Patti Smith'in 'M Treni'ninden sonra kafaya koymuştum.
 Elimdeki kitap da bitince hemen 'Kadınsız Erkekleri'ne başladım.
Murakami ile ilgili yazıyı birkaç kitabını daha okuduktan sonra detaylı olarak yazmak istiyorum.
 
Şubat ayında Ayı'nda Emir sayesinde keşfettiğim harika bir yer var ki onunla da ilgili detaylı bir yazı gelecek:)
Şu kadar ipucu vereyim sanayi diyorum, yemek diyorum, susuyorum:)
 
Şubat'ta kafamı boşaltmak istediğim zamanlarda çare hep New Girl oldu:)
Eğlenceli vakit geçirmek, sizi rahatlatacak bir şeyler izlemek ve gülmek istiyorsanız tavsiye ederim;)
HIMYM Lily'den sonra favori kadın komedi dizi oyuncum 'Jess' karakterinde, 500 Days of Summer'dan tanıdığımız  (Zooey Deschanel) oldu.
 
Dört yılda bir kavuşabildiğimiz, Şubat ayının 29. günü sayesinde bir şey fark ettim ki;
özel günlerin ticarileşmesi kervanına şimdiye kadar katılmamış olmasına şaştığım 'şubat 29' da katıldı, hayırlı olsun.
Dikkatinizi çekti mi bilmiyorum ama; bu güne özel tasarlanan çikolatalar, hediyeler yapılmış.
Yani seremoniler ile kutlanan, sonrasında bu kutlamaların maddiyata dönüştüğü ve en nihayetinde kendi bizzat madde halini almış bir günümüz daha oluyor gibi!
 
Her neyse, öyle ya da böyle fazladan bir günümüzü de yaşayıp Şubat'ı bitirdiğimize göre, kah yağmurlu kah güneşli bahara merhaba diyebiliriz.
 
Umarım sizin için de güzel bir ay olmuştur.
Ve güzel günlerin sizi bekliyor olmasını diliyorum:)
 
Busi